“Günah Keçisi ve Kurban Kadın Karakterler: Jeanne D’Arc ile Bizim Meryem”

 

 

 

 

 

“Günah Keçisi ve Kurban Kadın Karakterler: Jeanne D’Arc ile Bizim Meryem”

Tarihin belirli dönemlerinde ve toplum yapılarında, kadınlar toplumsal düzenin sorunlarının sorumlusu olarak gösterilmiş, çoğu kez günah keçisi ilan edilip ardından kurban edilmişlerdir. Bu süreç, özellikle dini ve toplumsal otoritelerin gücünü pekiştirme ve halkın huzursuzluklarını bir birey üzerinden ibret olması için yansıtma amacı taşır. Jeanne d’Arc ve Meryem gibi iki farklı dönemden kadın figür, bu döngünün simgesi haline gelmiştir.

Toplumlar, tarihin farklı dönemlerinde düzeni koruma refleksiyle, otoriteye ve normlara başkaldıran bireyleri “günah keçisi” haline getirerek hem bireysel hem de toplumsal çatışmaları çözüme ulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu süreçte genellikle “sapkın” ya da “sorgulayıcı” olarak görülen kadın figürler, önce dışlanmış, sonra toplumsal huzurun yeniden sağlanması adına kurban edilmiştir. Kızıl Goncalar dizisindeki Meryem ve tarihin güçlü figürü Jeanne d’Arc, iki farklı kültürel bağlamda bu kaderi paylaşmış, toplumlarının öfkesi ve korkularıyla yüzleşen iki kadın olarak öne çıkar. Her iki karakter de önce topluluk içindeki sorunların sorumlusu ilan edilmiş, sonra otoritenin yeniden kurulması adına kurban edilmişlerdir. Bu makale, Meryem ve Jeanne d’Arc’ın “günah keçisi” ve “kurban” rollerini üstlenişlerini inceleyerek, kadınların tarih boyunca nasıl otoriteye karşı direndiğinde cezalandırıldığını ortaya koymaktadır.

Fransa’nın karanlık Orta Çağ’ında Jeanne d’Arc, Tanrı’dan aldığı emirler doğrultusunda hareket ederken, dini otoriteye ve İngiltere’nin siyasi çıkarlarına karşı geldiği için sapkın ilan edilmiş ve yakılarak idam edilmiştir. Aynı şekilde, “Kızıl Goncalar” dizisindeki Meryem de, şeyh ve tarikat düzenini sorguladığı için toplumun günah keçisi olarak seçilmiş, sonunda dışlanarak “kurban” edilmiştir.

Dreyer’in Kült Filmi Jean D’arc:

Jeanne d’Arc, 15. yüzyılda (1412-1431) yaşamış bir Fransız kahramanı ve azizesidir. “Kızıl Goncalar” dizisindeki Meryem ise modern bir karakterdir, yani 21. yüzyılın kadınıdır. Bu iki karakter arasında yaklaşık 6 yüzyıl fark bulunmaktadır. Aralarındaki bu yüzyıllık farklara rağmen, otoriteye karşı çıkmaları nedeniyle yaşadıkları “günah keçisi” ve “kurban” olma süreçleri, iki kadın arasında güçlü bir tematik paralellik sunar.

Carl Theodor Dreyer’ın 1928 yapımı sessiz filmi “La Passion de Jeanne d’Arc” (Jeanne d’Arc’ın Tutkusu), Fransa’nın Orléans şehrini İngilizlere karşı savunan ve ardından yakılarak idam edilen Fransız kahramanı Jeanne d’Arc’ın (Jan Dark) mahkeme sürecini anlatır. Film, mahkeme tutanaklarına dayandığı için tarihsel doğruluğa büyük önem vererek Jeanne’ın Fransa’nın kurtarıcısı olarak görülen bir figürden, kilisenin ve otoritenin baskısı altında nasıl bir ihanet kurbanı haline geldiğini gösterir. Film, Jeanne d’Arc’ın İngiliz destekçisi Fransız kilisesi tarafından “sapık” ilan edilerek yargılanmasıyla başlar. İngilizlerin desteklediği din adamları, onun dini inançlarını sorgularlar. Jeanne, Tanrı’nın ona Fransa’yı kurtarması için bir görev verdiğine inanır ve bu inancını mahkeme karşısında savunur. Dreyer, Jeanne’ın içsel dünyasını yansıtırken yüz ifadelerine odaklanarak, onun ne kadar samimi ve inançlı olduğunu izleyiciye hissettirir. Mahkeme sürecinde Jeanne d’Arc’ın Tanrı ve azizlerden aldığı vizyonlar sorgulanır. Mahkeme onu bu vizyonların sapkınlık olduğunu itiraf etmeye zorlar. Din adamları, Jeanne’ın bu kutsal deneyimlerinin aslında şeytandan gelen bir aldatmaca olduğunu iddia eder. Jeanne, bu suçlamalara karşı inancını savunmaya çalışsa da, sürekli baskı altında tutulur ve kafası karıştırılmaya çalışılır.

Jeanne’ın direnişi arttıkça, din adamları ve mahkeme ona fiziksel ve psikolojik işkenceler yapmaya başlarlar. Bu sahneler, Jeanne’ın yaşadığı derin acıları ve teslim olmak ile inançlarını savunmak arasında yaşadığı içsel çatışmayı gözler önüne serer. Bu baskı altında, ondan vizyonlarını ve Tanrı ile olan bağını inkâr etmesi istenir. Bu noktada Jeanne’ın içsel mücadeleleri zirve yapar; Dreyer, sinemada daha önce çok az görülen bir teknik olan aşırı yakın plan çekimlerle, özellikle Jeanne’ın yüzünü, gözlerini ve dudaklarını yakından göstererek onun acısını izleyiciye aktarır. Jeanne d’Arc, inançlarını inkâr etmesi için daha fazla zorlanır. Psikolojik baskı ve fiziksel işkence altında, Jeanne geçici olarak geri adım atar ve sapkın olduğunu kabul eder gibi görünür. Ancak bu, onun için daha fazla acı anlamına gelir. Sonunda Jeanne, itirafını geri alarak, inançlarından asla vazgeçmeyeceğini söyler. Dreyer, bu sahnelerde Jeanne’ın tereddüdünü ve bu zor seçimi yaparken yaşadığı derin çatışmayı büyük bir ustalıkla sunar.

Mahkeme, Jeanne d’Arc’ın yakılarak idam edilmesine karar verir. Son sahnelerde Jeanne, halkın önünde bir kazıkta yakılmak üzere bağlanır. Bu noktada Dreyer, Jeanne’ın ruhani ve kutsal yanını, yaşadığı şiddetli acılara rağmen Tanrı’ya olan inancını kaybetmediğini göstermek için yoğun bir görsel anlatım kullanır. Bu sahnelerde izleyici, Jeanne’ın fiziksel ve ruhsal acısını aynı anda hisseder. Alevler içinde yanan Jeanne’ın yüzü, Dreyer’in ustalığıyla acının ötesinde bir ruhani barış ve teslimiyeti yansıtır. Film, Jeanne’ın yakılarak idam edilmesiyle sona erer. Ancak ölüm sahnesi sadece fiziksel bir sona işaret etmez; aksine, Dreyer burada Jeanne’ın ruhani direnişini ve Tanrı’ya olan sarsılmaz inancını vurgular. Jeanne’ın ölümü, izleyiciye bir kahramanın sonunu değil, bir inanç savaşçısının yüceltilmesini gösterir.

Filmde Jeanne d’Arc, kişisel inancının gücünü ve otoriteye karşı direnişini simgeler. Tüm baskılara rağmen, inançlarını savunur ve inandığı şeyi yapmaktan geri durmaz.

Otoritenin Zorbalığı:

Dreyer, Jeanne’ın yargılanma sürecini otoritenin baskı mekanizmasını göstermek için kullanır. Mahkeme, inancını inkâr etmesi için her türlü zorbalığa başvurur. Jeanne d’Arc, hem bir kahraman hem de kutsal bir figür olarak yüceltilir. Dreyer, Jeanne’ı sadece bir dini simge olarak değil, aynı zamanda kendi inançları doğrultusunda mücadele eden bir kadın olarak sunar. Dreyer, filmde yüz ifadelerine ve mimiklere aşırı odaklanır. Özellikle Jeanne d’Arc’ın (Maria Falconetti) yüzüne yapılan yakın plan çekimler, onun içsel acılarını ve ruhani deneyimlerini izleyiciye aktarmak için etkili bir araçtır. Bu teknik, sessiz sinemada nadir görülen bir derinlik katmanı sunar. Dreyer, mahkeme sürecini gösterirken neredeyse hiç dekor kullanmaz. Bu, dikkatleri oyuncuların performansına ve yüz ifadelerine yoğunlaştırır. Işık ve gölge kullanımı ise Jeanne’ın ruh halini yansıtmak için ustaca kullanılır. “La Passion de Jeanne d’Arc” sessiz bir film olmasına rağmen, müzikle derinleştirilmiş duygusal bir yoğunluk yaratır. Filmde diyalog olmasa da, oyuncuların jest ve mimikleri, müzikle birleştiğinde izleyiciyi derinden etkiler. Dreyer’ın “La Passion de Jeanne d’Arc”, tarihsel bir olayın ötesinde, insan ruhunun inanç ve adalet uğruna verdiği mücadeleyi anlatan bir başyapıttır. Film, sessiz sinema döneminin en etkileyici eserlerinden biri olarak kabul edilir ve Jeanne d’Arc’ın kutsallık ve direniş hikâyesini evrensel bir dille aktarır.

Jena D’arc’ın yakılmasında Siyasetin (İngilizlerin) Rolü:

Eğer Jeanne d’Arc kilisenin resmi otoritesine bağlı kalmış olsaydı, büyük ihtimalle sapkınlık suçlamalarından kaçınabilirdi ve belki de bir azize olarak tanınması çok daha erken gerçekleşirdi. Jeanne d’Arc aslında dindar bir katolikti ve kiliseye derin bir bağlılığı vardı; ancak onun yargılanma sürecinde sapkın olarak suçlanmasının nedeni, kilisenin yerel ve siyasi otoritesiyle uyumsuz bir şekilde hareket etmesiydi. Jeanne d’Arc, kiliseye genel anlamda bağlıydı ama kilisenin yerel otoriteleriyle bir çatışma yaşadı. İşte kilisenin ona karşı durmasının başlıca nedenleri:

Jeanne d’Arc’ın yargılandığı dönemde, Fransız kilisesi büyük oranda İngilizlerin kontrolü altındaydı. İngiltere, Fransa üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyordu ve Jeanne d’Arc, Fransa’yı İngilizlerden kurtarmak amacıyla ortaya çıktı. Bu nedenle, İngiltere yanlısı Fransız kilise yetkilileri, Jeanne’ı bir tehdit olarak görüyordu. Jeanne’ın Fransa Kralı VII. Charles’a olan bağlılığı, kilisenin İngiliz yanlısı kısmıyla çatışıyordu. Kilisenin İngiltere yanlısı kesimi için, Jeanne’ın Fransa için savaşı ve krala olan desteği siyasi bir tehdit olarak algılandı. Bu yüzden onu sapkınlıkla suçlamak, siyasi bir araç olarak kullanıldı.

Jeanne, bu konuda kilisenin otoritesine boyun eğmedi ve erkek kıyafeti giymeye devam etti. Kilise, bu davranışını dini normlara aykırı ve sapkınlık olarak yorumladı. Jeanne d’Arc’ın yargılandığı mahkeme, İngiltere yanlısı Fransız din adamları tarafından yönetildi. Bu mahkeme, onu sapkınlıkla suçladı ve dini inançlarını sorguladı. Jeanne, bu süreçte kendini savunmasına rağmen, kilise otoriteleri ona suçlu muamelesi yaptı. Dini ve siyasi çıkarlar, bu mahkemenin kararında büyük bir rol oynadı. Mahkeme, Jeanne’ın inançlarını ve eylemlerini dini normlara uymayan sapkınlık olarak damgaladı ve onu idama mahkum etti.Jeanne, Katolik Kilisesi’nin inanç sistemine ve Tanrı’ya bağlıydı, ancak onun mahkum edilmesi, yerel kilise yetkililerinin siyasi çıkarları ve Jeanne’ın bağımsız eylemleriyle ilgilidir. Dönemin kilisesi, uluslararası bir güç olmakla birlikte yerel siyasi aktörlerle de iç içe geçmişti. Jeanne’ın vizyonları ve liderliği, yerel otoriteyi rahatsız etti, bu yüzden kilise onu sapkınlıkla suçlayarak kontrol altına almaya çalıştı.

Jeanne d’Arc’ın (Jan Dark) sapkınlıkla suçlanarak mahkemeye çıkarılmasının temelinde, Fransız ve İngiliz siyasetinin yanı sıra dini ve toplumsal normlara meydan okuyan davranışları yatıyordu. Bu olaylar, özellikle Jeanne’ın sıradışı iddiaları ve halk üzerindeki etkisi nedeniyle dönemin otoriteleri için tehdit oluşturuyordu. Jeanne, Tanrı’dan ve azizlerden aldığı vahiyler sonucunda Fransa’yı İngiliz işgalinden kurtarmak için bir görev üstlendiğini iddia ediyordu. Bu tür dini vizyonlar, otorite sahibi kilise liderleri tarafından tehlikeli görüldü, çünkü bu iddialar resmi kilise öğretisine meydan okuyabilirdi. Jeanne’ın Tanrı ile doğrudan iletişim kurduğu iddiası, ruhban sınıfının aracılığı olmadan dini otoritenin üzerinde bir rol üstlenmesi anlamına geldi ve bu, sapkınlık (heresy) olarak değerlendirildi.

Jeanne d’Arc’ın sapkınlıkla suçlanmasının arkasındaki ana etkenler, dini, siyasi ve toplumsal güç dengelerini tehdit etmesiyle ilgilidir. Chopin’in sevgilisi George Sand (gerçek adıyla Aurore Dupin) ve Sartre’ın sevgilisi Simone de Beauvoir gibi kadınlar da toplumsal normlara meydan okuyarak erkek kıyafetleri giymiş olsalardır fakat, onların durumları Jeanne’ınki kadar siyasi veya dini bir tehdit oluşturmadı. Jeanne d’Arc’ın eylemleri, 15. yüzyılda Fransa ve İngiltere arasında süren Yüz Yıl Savaşları’nın kritik bir aşamasında gerçekleşiyordu. Jeanne, Fransız ordusunu İngilizlere karşı zafer kazanmak için yönlendirdi ve Fransa Kralı VII. Charles’ın tahta çıkmasına yardım etti. Bu başarı, özellikle İngiliz yanlısı Fransız kilisesi için büyük bir tehdit oluşturdu.

Erkek Kıyafeti Giyen Diğer Ünlü Fransız Kadınlar:

George Sand veya Simone de Beauvoir gibi isimlerin kişisel tercihleri ya da sosyal meydan okumaları, siyasi sonuçları olmayan bireysel eylemlerdi. Oysa Jeanne d’Arc’ın başarıları ve halk üzerindeki etkisi, hem İngilizleri hem de Fransız işbirlikçi kilise yetkililerini doğrudan tehdit etti. Jeanne d’Arc, Tanrı’dan doğrudan vizyonlar aldığını ve Tanrı’nın ona Fransa’yı kurtarma görevi verdiğini iddia ediyordu. Kilise, Tanrı ve insanlar arasındaki aracı rolü nedeniyle dini vizyonları ve emirleri kendi kontrolünde görmek istiyordu. Jeanne d’Arc, doğrudan Tanrı’dan vahiy aldığını söyleyerek kilisenin bu otoritesini zayıflattı ve kilisenin otoritesini sorgulayan bir figür haline geldi. Hristiyan tarihinde başka kadın azizler de vizyonlar gördüklerini iddia ettiler, ancak bu vizyonlar genellikle kilisenin otoritesi altında kabul edildi ve meşru görüldü. Jeanne’ın durumu ise kilise otoritesine meydan okumak olarak görüldü, çünkü vizyonları doğrudan kraliyet ve siyasi eylemlerle bağlantılıydı. Erkek kıyafetleri giymek, kilise tarafından sapkınlık olarak kabul ediliyordu. Jeanne d’Arc bu normlara uymayarak erkek kıyafetleri içinde savaştı, bu da kilise yetkililerini rahatsız etti. George Sand gibi isimler de erkek kıyafetleri giymiş olmasına rağmen, bu dönemin normları açısından sadece toplumsal bir kuralı ihlal ediyordu; Jeanne ise hem toplumsal hem de dini normları ihlal ederek, bir “erkek savaşçı” rolü üstlenmişti. Jeanne’ın erkek kıyafeti giymesi, kilise için onun “düzensiz ve sapkın” olduğunun bir kanıtıydı. Jeanne d’Arc, sıradan bir köylü kızı olmasına rağmen, halkın ve ordunun geniş bir kesiminin desteğini kazandı. Kısa sürede ulusal bir kahraman haline geldi ve din adamları, asilzadeler ve kral üzerinde etkili oldu. Bu, sadece kilisenin değil, aynı zamanda mevcut siyasi düzenin de tehlikede olduğu anlamına geliyordu. Kilise, Jeanne’ı kontrol edemedikçe, onun halk üzerindeki bu etkisini sapkınlık olarak yorumladı. Oysa aziz ilan edilen kadınlar genellikle bu tür bir geniş halk hareketine liderlik etmemiş ve doğrudan bir savaş kahramanı rolü oynamamışlardı.

Cezalandırma Makamı Kilise:

Jeanne d’Arc, inançlarını savunurken kilisenin kendisine sunduğu fırsatları geri çevirdi. Kilise ona itiraf etme ve “hatalarını kabul etme” fırsatları sunduğunda, Jeanne inançlarından asla vazgeçmedi. Eğer inançlarını tamamen inkâr etseydi, belki de kurtulabilirdi, ancak o inançlarının arkasında durarak sapkınlık suçlamasıyla yargılandı. Diğer azizler ise kilise otoritesine karşı bu kadar doğrudan bir başkaldırı sergilememişlerdi.

Jeanne d’Arc’ın en büyük “eksikliği”, kilisenin kontrolü dışında, bağımsız bir dini figür olarak hareket etmesiydi. Kilise, dini vizyonları ve mesajları kendi doğruları içinde düzenlemek ve yönlendirmek isterdi. Jeanne, kilise otoritesine boyun eğmedi ve inançlarıyla hareket etti, bu da onu bir tehdit haline getirdi.

Sonuç olarak, Jeanne d’Arc’ın durumunu diğer kadınlardan ayıran en önemli etkenler, onun dini vizyonları siyasi bir amaca yönlendirmesi, kilisenin otoritesini sorgulaması ve halk üzerinde büyük bir siyasi etki yaratmasıydı. Bu özellikler, kilise tarafından sapkınlık olarak değerlendirildi ve sonucunda ölüm cezasına çarptırılmasına neden oldu. Jeanne d’Arc, savaş sırasında erkek zırhı giyiyor ve askerlerle birlikte savaşıyordu. Dönemin Katolik Kilisesi ve toplumsal normlarına göre, kadınların erkek kıyafeti giymesi ahlaksızlık ve sapkınlık olarak kabul ediliyordu. Jeanne, cinsiyet normlarına karşı gelerek toplumun düzenine aykırı davrandığı için eleştirildi ve mahkemede bu da sapkınlık suçlamasına dâhil edildi. Jeanne, Tanrı’dan doğrudan emir aldığını ve bu emirler doğrultusunda hareket ettiğini savundu. Bu iddia, kilisenin otoritesine meydan okuma olarak yorumlandı. Kilisenin rolü, Tanrı ile insanlar arasında aracı olmaktı ve Jeanne’ın iddiaları bu hiyerarşiyi sorguluyordu. Jeanne, dini liderler tarafından yönetilen bir mahkemede, kilisenin emirlerine uymayı reddederek kendi inancını savundu. Jeanne d’Arc’ın Fransa üzerindeki etkisi, İngilizler için büyük bir tehdit oluşturuyordu. İngiliz destekçileri, onu dini sapkınlık ve büyücülükle suçlayarak itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Onu halkın gözünde bir kahraman durumundan, bir sapkın ve şeytanın ajanı durumuna getirmeye çalıştılar. Jeanne’ın vizyonları ve askeri zaferleri, Fransız halkı üzerinde büyük bir etki yaratmıştı ve bu da onu, hem dini hem de siyasi otoriteler için tehlikeli bir figür haline getirdi. Mahkeme sürecinde, Jeanne defalarca inançlarını ve vizyonlarını reddetmesi için baskıya uğradı. Onu, sapkın olduğunu kabul etmeye zorlayan kilise yetkilileri, Tanrı’nın ona görev verdiğini söylemesini sapkınlık ve büyücülük olarak tanımladılar. Ancak Jeanne, kendisine yapılan baskılara rağmen inançlarını inkâr etmedi, bu da onun mahkûm edilmesine yol açtı.

Jean Kilisenin Resmi Çerçevesi İçinde Kalsaydı:

Jeanne d’Arc’ın sapkınlıkla suçlanarak mahkemeye getirilmesinin ardında yatan ana nedenler, onun Tanrı’dan aldığı emirler doğrultusunda hareket etmesi, cinsiyet normlarına meydan okuması ve kilisenin otoritesini tehdit etmesiydi. Bu suçlamalar, dini ve siyasi otoriteler tarafından ona karşı kullanılan bir araç haline geldi ve sonuçta onun idamına yol açtı. Büyük ihtimalle eğer Jeanne d’Arc kilisenin kontrolü altında kalsaydı ve vizyonlarını bir rahip ya da kilise otoritesinin onayıyla açıklasaydı, sapkınlıkla suçlanması ve idam edilmesi gibi bir durum yaşanmayabilirdi. Kilise, dini deneyimleri ve vizyonları kendi kontrolü altında tutmaya büyük önem veriyordu. Eğer Jeanne, bir kilise yetkilisinin rehberliği ve onayıyla hareket etseydi, bu durum ona meşruiyet kazandırabilir ve kilise otoritesine karşı bir tehdit oluşturmadığı için daha güvenli bir konumda olabilirdi. Ya da Jeanne, Tanrı’dan aldığı vizyonları doğrudan bir kilise otoritesiyle paylaşıp, onların rehberliğiyle hareket etseydi, bu vizyonlar “meşru” olarak kabul edilebilirdi. Kilise, özellikle azizlerin vizyonlarını kontrol ederek onları tanır ve yönetir. Jeanne’ın vizyonları da bir rahibin ya da kilise liderinin onayı altında olsaydı, sapkınlık olarak görülmezdi. Jeanne eğer kilise içinde resmi bir rahibe ya da azize rolü üstlenmiş olsaydı, hareketleri daha kabul edilebilir olabilirdi. Kilise kontrolü altında kalarak, hem dini vizyonlarını hem de siyasi eylemlerini kilise otoritesi ile uyumlu hale getirebilirdi. Bu durumda, kilise onun Tanrı’dan aldığı vizyonları yönlendirir ve ona toplum üzerinde belirli bir etki alanı sağlayabilirdi. Jeanne’ın hareketleri kilisenin resmi bir çerçevesi içinde gerçekleşseydi, onun halk üzerindeki etkisi daha ölçülü olurdu. Kilise, halk üzerindeki dini liderliği elinde tutmaya çalışıyordu ve Jeanne’ın bağımsız olarak büyük bir halk desteği kazanması, dini ve siyasi otoriteyi tehlikeye atıyordu. Eğer Jeanne kiliseye bağlı olarak hareket etseydi, bu tehdit daha az olurdu. Jeanne, kilisenin sunduğu itiraf ve af fırsatlarını kabul etseydi, yargılanması sırasında kendini savunurken kilisenin otoritesine boyun eğseydi, durumu daha farklı olabilirdi. Kilise, sapkınlıkla suçlanan bireyleri genellikle tövbe etmeye ve otoriteyi kabul etmeye zorlar. Jeanne bu yolu tercih etseydi, yargılama süreci daha hafif sonuçlanabilir ve idam edilmek yerine başka bir ceza ile karşılaşabilirdi.

Aforoz ve Linç Kavramları:

Aforoz ve linç gibi kavramlar iki farklı dini kurumda benzer şekilde var olmuş, bireylerin topluluk içindeki konumlarını ciddi şekilde etkileyen yaptırımlar haline gelmiştir. Aforoz, özellikle Katolik Kilisesi’nde bireyin topluluktan dışlanması anlamına gelirken, linç, bir tür fiziksel veya toplumsal infaz olarak özellikle tarikatlar ya da daha radikal dini gruplar arasında yaygınlaşmış bir yaptırım biçimi olabilir. Her iki kavram da bireyin inançlarından veya davranışlarından dolayı kolektif bir şekilde cezalandırılmasını içerir ve hem psikolojik hem de sosyal anlamda çok derin etkiler bırakabilir.

Katolik Kilisesi’nde aforoz, kişinin kilise topluluğundan dışlanması ve Tanrı ile olan bağının kopartılması anlamına gelir. Kişi aforoz edildikten sonra kilisenin tüm sakramentlerinden (günah çıkarma, komünyon gibi) mahrum bırakılır. Bu, özellikle Orta Çağ’da dini ve toplumsal hayatta merkezi bir yer tuttuğunda çok büyük bir yaptırım anlamına geliyordu. Aforoz edilen kişi, toplumdan izole edilir ve dinsel anlamda “kurtuluş” yolundan dışlanmış kabul edilirdi.

Tarikatlar ve daha radikal gruplarda, linç, topluluğa karşı çıkan veya “hatalı” bulunan bireylerin toplumsal veya fiziksel olarak cezalandırılması anlamına gelir. Linç, doğrudan fiziksel şiddet içerebileceği gibi, toplumsal itibarı zedeleme, manevi baskı uygulama veya bireyi psikolojik olarak çökertme gibi yöntemlerle de gerçekleştirilebilir. Özellikle kolektif bir şekilde yapılan bu tür cezalandırmalar, bireyin toplum içinde “görünmez” hale getirilmesine ya da fiziksel şiddete maruz kalmasına yol açar. Hem kilisede aforoz hem de tarikatlar gibi daha kapalı dini yapılarda linç, topluluk üyelerini kontrol altında tutmak ve itaat etmelerini sağlamak için kullanılır. Her iki durumda da bireyler, otoriteye karşı geldiklerinde dışlanma veya cezalandırılma riskiyle karşı karşıya kalır. Aforoz da linç de bireyin topluluk dışına itildiği bir süreçtir. Bu cezalar, kişiyi dinsel ve toplumsal anlamda izole eder, yalnızlaştırır. Özellikle inanç ve bağlılık üzerinden yapılan bu dışlamalar, kişinin ruhsal ve sosyal bütünlüğünü tehdit eder.

Her iki dini kurumda da bireyler manevi baskı altında tutulur. Aforoz edilen kişinin Tanrı ile olan bağı kesilmiş gibi hissettirilirken, linç edilen kişi de tarikat ya da dini grup tarafından “sapık” ya da “günahkâr” ilan edilir. Bu manevi baskı, bireyi otoriteye boyun eğmeye zorlar. Hem aforoz hem de linç, topluluğun ve dini otoritenin gücünü yeniden teyit eder. Birey, kurallara ve normlara uymadığında cezalandırılır ve bu, diğer topluluk üyeleri için de bir uyarı işlevi görür. Aforoz edilen veya linç edilen birinin varlığı, bir “ibret olarak” diğerlerine otoritenin gücünü ve cezalandırma yetkisini hatırlatır.

Bu iki uygulama, farklı dini bağlamlarda benzer işlevleri yerine getirse de, sonuçları birey üzerinde son derece yıkıcı olabilir. Her iki durumda da topluluğun otoritesine meydan okuyan bireyler, dışlanma veya cezalandırılma riskiyle karşı karşıya kalır.

Önce Günah Keçisi, Sonra Kurban:

Jeanne d’Arc da aslında bir nevi “günah keçisi” haline getirildi. Onu sapkınlıkla suçlayıp yakılmaya mahkûm eden otoriteler, Fransa’nın ve İngiltere’nin o dönemdeki politik ve dini çatışmalarını ona yüklediler. Onun üzerinden, hem Fransa’daki yerel kilise hem de İngiltere yanlısı güçler kendi çıkarlarını korumak için bir “sorun kaynağı” yaratıp bu sorunu ortadan kaldırmaya çalıştılar. Olaylar ve sonuçlar için Jeanne d’Arc’ı hedef gösterdiler, tıpkı bir günah keçisi gibi. Jeanne, Fransa’yı İngiliz işgalinden kurtarma amacını güttü ve VII. Charles’ın tahta çıkmasına yardım etti. Ancak bu başarılar, İngiliz yanlısı kilise ve yerel yetkililer için bir tehdit oluşturdu. Onu yargılayan mahkeme, başarısızlıkların, savaşın yarattığı zorlukların ve halk arasındaki huzursuzluğun sorumluluğunu Jeanne’a yükledi. Jeanne’ın yükselişi ve halk üzerindeki etkisi, kilisenin kontrolünde olmayan bir figür olduğu için otoriteler onu “düzeni bozmakla” suçladı. Jeanne’ın Tanrı’dan aldığı vizyonlar, kilisenin otoritesini zayıflatıcı olarak görüldü. Kilise, Tanrı ile doğrudan iletişim kurma iddiasını kabul etmek istemedi ve Jeanne’ı dini sapkınlıkla suçladı. Onun üzerinden topluma, Tanrı’dan bağımsız hareket eden, kilise kontrolü dışında bir dini liderin sapkın olabileceğini ve cezalandırılması gerektiğini göstermeye çalıştılar. Bu da onu dini açıdan günah keçisi haline getirdi. Jeanne d’Arc, başlangıçta halk için bir umut kaynağıydı, ama savaşlar ve iç karışıklıklar devam ettikçe hayal kırıklıkları artmaya başladı. Savaşın getirdiği zorluklar ve sıkıntılar büyüdüğünde, Jeanne d’Arc halkın da gözünde sorumlu tutuldu. Onu halkın yaşadığı acıların ve kayıpların kaynağı olarak göstermeye çalıştılar.

Jeanne d’Arc’a karşı geliştirilen tutumun özü, başarısızlıklar ve sorunların kaynağını ona yükleyip, “Bu olaylar senin yüzünden oldu” demekti. Mahkemede de ona karşı bu tür suçlamalar yöneltildi: Vizyonlarının yanlış olduğu, savaşın uzamasının onun hatalarından kaynaklandığı ve sapkınlıklarının Fransa’ya zarar verdiği iddia edildi. Bu tür suçlamalar, Jeanne’ı günah keçisi yapmanın en bariz göstergeleriydi. Sonuç olarak, Jeanne d’Arc hem dini hem de siyasi sebeplerle günah keçisi ilan edildi. Toplumun ve otoritelerin sorunlarının kaynağı olarak gösterildi ve onun üzerinden sorunların çözümü aranarak cezalandırıldı.

Bir Başka Çağ Bir Başka Yapım: Kızıl Goncalar

Meryem’in başına gelen olaylar, “Kızıl Goncalar” dizisinde onu adım adım hem günah keçisi hem de kurban haline getiriyor. Özellikle mürşidin ölümünden sonra tarikatın içine düştüğü karışıklık, Meryem’e yüklenen bir sorumluluk gibi gösteriliyor. Tarikat mensupları arasındaki gerilim, mürşidin verdiği kararların yarattığı sonuçlar ve Meryem’in sorgulayıcı tavrı, onu suçlu pozisyonuna itiyor. Mürted ilan ediliyor, mürşidin cinayetinin faili olarak damgalanıyor, hapiste bıçaklanarak infazı gerçekleştiriliyor. Tarikat içinde huzursuzluklar başlıyor ve Meryem, bu kaosun merkezine yerleştiriliyor.  Ayrıca, tarikatın içindeki ailevi ve kişisel çatışmalar da Meryem’in üzerine yıkılıyor. 

Bu süreç, onun tarikatın düzenini bozan kişi olarak görülmesine yol açıyor ve giderek topluluktan dışlanmasına neden oluyor. Meryem, mürşidin aldığı kararları sorguladıktan sonra “günah keçisi” ilan ediliyor ve tarikat içinde kendi yerini koruyamaz hale geliyor.

Karanlıktan Aydınlığa: George Sand, Simone de Beauvoir ve Jean D’arc:

George Sand (Aurore Dupin) ve Simone de Beauvoir, her ikisi de Fransız yazar ve düşünürlerdir, ancak farklı yüzyıllarda yaşamışlardır:

George Sand (1804-1876) 19. yüzyılda yaşamış Fransız bir yazar ve feminist düşünürdür. Edebiyat kariyerinde toplumsal cinsiyet normlarına meydan okumuş, erkek kıyafetleri giymesiyle ve özgür ruhlu yazılarıyla tanınmıştır. Simone de Beauvoir (1908-1986): 20. yüzyılda yaşamış bir Fransız filozof, yazar ve feministtir. Özellikle “İkinci Cins” (Le Deuxième Sexe) adlı eseriyle, toplumsal cinsiyet rollerini ve kadın haklarını tartışmaya açmıştır. Aynı zamanda Jean-Paul Sartre ile olan entelektüel ilişkisi de çok bilinir.

Her iki isim de Fransız toplumu içinde cinsiyet normlarına meydan okuyan figürlerdir. Jeanne d’Arc da bu iki örnek gibi, Fransız kültürünün önemli direnişçi kadınları arasında yer alır!

Bu kadın karakterler üzerinden Fransa’nın “karanlıktan aydınlığa” çıkışını konuşmak oldukça anlamlı olabilir. Her biri, kendi dönemi için cesur ve devrim niteliğinde adımlar atmış, toplumsal ve cinsiyet normlarına meydan okumuş kadınlar olarak Fransız toplumunun dönüşümünü sembolize eder. Fransa’nın tarihsel süreçte yaşadığı köklü değişimler, bu güçlü kadın figürler üzerinden değerlendirilebilir:

Jeanne d’Arc, Orta Çağ’ın sonlarında Fransız halkı için bir umut ışığı olmuştu. O dönemde Fransa, Yüz Yıl Savaşları’nın yıkıcı etkileri altında karanlık bir süreçten geçiyordu. Jeanne d’Arc, hem dini bir figür olarak hem de savaşçı kimliğiyle, toplumu yeniden harekete geçiren bir sembol haline geldi. Ancak, otoriteye meydan okuması nedeniyle sapkınlıkla suçlandı ve yakılarak öldürüldü. Jeanne, Fransa’nın ortaçağdaki katı dini yapılarının ve köklü siyasi güçlerinin bir kurbanı olarak karanlık dönemlerin simgesi oldu. Ancak sonrasında azize ilan edilmesi, Fransa’nın onu bir kahraman olarak kabul etmesi, onun mirasının aydınlık bir geleceğe yön verdiğini gösteriyor.

George Sand, Fransa’nın Aydınlanma sonrası toplumsal cinsiyet normlarına meydan okuyan bir figürdü. Fransız Devrimi ve Aydınlanma, Fransa’da özgürlük ve eşitlik kavramlarını öne çıkarmıştı, ancak toplumsal cinsiyet normları hala oldukça katıydı. Sand, erkek kıyafetleri giyerek, dönemin ataerkil toplumuna meydan okudu. Yazılarında özgür aşkı, kadının bağımsızlığını ve entelektüel özgürlüğü savunarak, Fransa’nın modernleşme sürecine katkı sağladı. Sand’ın yaşam tarzı ve yazıları, Fransa’nın toplumsal dönüşümünün bir parçasıydı ve kadınların özgürleşmesi için bir kapı araladı.

Simone de Beauvoir, Fransa’da kadın hareketinin ve varoluşçu felsefenin en önemli isimlerinden biri olarak, toplumsal cinsiyet rollerini ve kadın özgürlüğünü tartışmaya açtı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa, yeni bir toplumsal ve entelektüel dönemden geçiyordu. Beauvoir, “İkinci Cins” adlı eserinde “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek, toplumsal cinsiyetin sosyal bir inşa olduğunu savundu. Onun felsefesi, Fransa’nın modernleşme sürecinde kadınların bireysel özgürlüğünü ve eşitliğini talep eden güçlü bir ses olarak yankı buldu. Beauvoir’ın etkisi, Fransa’nın karanlık geleneksel normlardan daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum yapısına geçişini hızlandırdı.

Bu üç kadın karakterin yaşamları ve yaptıkları, Fransa’nın Orta Çağ’dan modern zamanlara kadar geçirdiği toplumsal ve düşünsel değişimi simgeliyor. Jeanne d’Arc, dini otoriteye başkaldıran bir figür olarak Orta Çağ’ın karanlığını simgelerken, George Sand Fransız toplumunun Aydınlanma sonrası dönemde kadınların özgürlüğüne adım atmasını sağlamış bir figürdür. Simone de Beauvoir ise modern zamanlarda cinsiyet rollerini sorgulayan ve kadınların toplumsal eşitliği için mücadele eden bir sembol olarak Fransa’nın karanlık geleneksel yapılarından sıyrılarak aydınlık bir geleceğe adım atmasını sağlamıştır.

Fransa’nın bu üç önemli kadın figürü, ülkenin karanlık dönemlerinden aydınlanma ve modernleşmeye geçişini simgeler. Jeanne d’Arc’ın dini baskıya karşı direnişi, Sand’in toplumsal normları sorgulaması ve Beauvoir’ın varoluşçu felsefesi, Fransa’nın toplumsal evriminin farklı aşamalarını gözler önüne seriyor.

Erkekler Eliyle Alınan ve Geri Verilen İtibar:

Jeanne d’Arc hem de birçok başka kadının tarihte itibarı geri kazanılırken veya kutsal sayılırken, bu süreçler genellikle erkek otoriteler tarafından gerçekleştirilmiştir. Dini kurumlar, özellikle Katolik Kilisesi ve çeşitli tarikatlar, kadınların kutsanma ya da aziz ilan edilme süreçlerinde daima erkeklerin karar verdiği hiyerarşik yapılar olmuştur.

Jeanne d’Arc’ın itibarı ölümünden sonra, VII. Charles’ın başlattığı bir davayla geri kazanıldı. 1456’da yapılan bu rehabilitasyon davası, Jeanne’ın haksız yere idam edildiğini ve masum olduğunu ilan etti. Bu yargılama ve aziz ilan edilme süreçleri, kilisenin erkek yetkilileri tarafından yürütüldü ve karara bağlandı. 1920’de de yine Katolik Kilisesi tarafından, başta Papa Benedict XV olmak üzere, erkek din adamları tarafından azize ilan edildi. Modern ya da geleneksel İslami tarikatlar veya dini topluluklar da benzer şekilde erkekler tarafından yönetilir. Bu yapılar içerisinde de bir kadının dini statü kazanması ya da kutsanması genellikle bir erkek mürşidin veya şeyhin onayına bağlıdır. Kızıl Goncalar dizisinde Meryem karakterinin yaşadığı gibi, tarikat içindeki kadınlar da otoritenin çoğunlukla erkeklerde olduğu bu hiyerarşiler içinde hareket ederler.

Her iki örnekte de kadının kutsanması, toplumsal ya da dini itibarının geri kazanılması, genellikle erkek otoritelerin müdahalesine bağlıdır. Hem dini hem de toplumsal yapılar içerisinde kadınlar, erkekler tarafından onaylandıklarında veya koruma altına alındıklarında “kutsal” ya da “meşru” kabul edilirler.

Diğer Sembolleşmiş Örnekler:

Jeanne d’Arc (Fransa, 15. yüzyıl): Dini ve siyasi otoriteye karşı inançlarını savunduğu için sapkın ilan edilip yakılan, daha sonra azize ilan edilen bir figür.

Salem Cadı Davaları (ABD, 17. yüzyıl): Salem kasabasında çok sayıda kadının “cadı” ilan edilip toplum tarafından günah keçisi yapıldığı ve idam edildiği olaylar.

Anne Boleyn (İngiltere, 16. yüzyıl): İngiltere Kralı VIII. Henry’nin eşi olan Anne Boleyn, kocasının siyasi ve dini hedeflerine engel olduğu için önce “ihanet” ve “sapkınlık” suçlamalarıyla itibarsızlaştırıldı, ardından idam edildi.

Hester Prynne (Nathaniel Hawthorne’un Kızıl Damga Romanı, 1850): Gerçek bir tarihi figür değil, ama edebiyat dünyasında günah keçisi olarak görülen kadınlara bir örnek olarak sembolik bir öneme sahip. Hester, toplumun ahlaki normlarına meydan okuduğu için dışlanmış ve toplumun baskısına maruz kalmıştır.

Özellikle günah keçisi ilan edildikten sonra infaz edilen kadınların tarihte sistematik bir şekilde kayıt altına alınmamış olması, bu tarz bir literatür taramasını zorlaştırır. Orta Çağ Avrupa’sı, Amerika’nın cadı davaları veya kraliyet skandalları gibi belirli dönemlerde kadınlar hedef alındı, ancak kapsamlı ve tüm tarihi kapsayan bir liste hazırlamak güç.

Sonuç:

Tarihin karanlık ve aydınlık dönemleri boyunca kadınlar, toplumun öfke ve endişelerinin bir yansıması olarak “günah keçisi” ilan edilip, ardından “kurban” edilen figürler olmuştur. Bu döngü, hem Jeanne d’Arc gibi tarihsel figürlerde hem de modern kültürel temsilcilerde, örneğin “Kızıl Goncalar” dizisindeki Meryem karakterinde açıkça görülür.

Jeanne d’Arc, Fransa’nın dini ve siyasi karanlığından çıkışının simgesi olmasına rağmen, kilise otoriteleri tarafından sapkınlıkla suçlanarak yakılmış; Meryem ise bir tarikatın düzenini sorguladığı için toplumun dışına itilmiştir. Her iki kadın da erkek egemen dini ve toplumsal otoriteler tarafından cezalandırılmış, ancak ölüm ve acılarının ardından onların mirası yeniden şekillendirilerek kutsal bir hale getirilmiştir. İronik bir şekilde, bu iki figürün yeniden onurlandırılması da erkeklerin yönettiği yapıların kararıyla olmuştur.

Jeanne d’Arc’ın itibarının geri kazanılması ve azize ilan edilmesi, Katolik Kilisesi’nin erkek otoriteleri tarafından gerçekleştirilmiş, aynı şekilde Meryem de bir erkek mürşidin kontrolündeki bir yapıda önce günah keçisi, sonra da toplumun kurbanı olmuştur. George Sand ve Simone de Beauvoir gibi Fransız kadın düşünürler de kendi dönemlerinde toplumsal cinsiyet rollerine meydan okumuş, ancak bu direnişleri, onları kutsayan ya da eleştiren erkek figürlerin müdahalesiyle topluma entegre olmuştur. Her ne kadar bu kadınlar bireysel direniş ve özgürlük sembolleri olsalar da, onları meşrulaştıran süreçler çoğunlukla erkek otoritesinin onayıyla şekillenmiştir.

Sonuç olarak, kadınların tarihi direnişlerini ve topluma karşı başkaldırılarını anlamak, aynı zamanda bu kadın figürlerin otoritenin gölgesinde nasıl yeniden kutsallaştırıldığını da anlamayı gerektirir. Jeanne d’Arc’ın 6 yüzyıl sonra azize ilan edilmesi ya da Meryem’in yaşadığı tarikat içi baskılar, kadınların her iki dinde ve kültürde de nasıl hem tehdit olarak algılandığını hem de erkekler tarafından kutsandıklarında kabul gördüklerini gösterir. Bu, kadınların direnişini ve bireysel cesaretini onurlandırırken, aynı zamanda bu direnişlerin karşısındaki güçlü hiyerarşik yapıları da göz önüne sermemiz gerektiğini hatırlatır.

Kaynakça

  1. Gies, Frances, and Joseph Gies. Joan of Arc: The Legend and the Reality. HarperCollins, 1981.
  2. Warner, Marina. Joan of Arc: The Image of Female Heroism. University of California Press, 1981.
  3. Girard, René. The Scapegoat. Johns Hopkins University Press, 1986.
  4. Butler, Judith. Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. Routledge, 1990.
  5. Douglas, Mary. Purity and Danger: An Analysis of Concepts of Pollution and Taboo. Routledge, 2002.
  6. Mulvey, Laura. Visual and Other Pleasures. Indiana University Press, 1989.
  7. Dreyer, Carl Theodor. La Passion de Jeanne d’Arc (1928).
  8. de Beauvoir, Simone. The Second Sex. Vintage Books, 2011.

Loading

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir