KEMALETTİN TUĞCU SENDROMU!

Çok kitap okuyan bir çocuktum. Beş yaşından beri. Pek oyuncağım olmadı. Çok kitabım oldu. Annem seriler getirirdi bana yayınevlerinden, kucak dolusu kitap taşırdı. Ne sevinirdim o eli kolu kitap dolu kapıdan içeri girince! Koltuğa uzanırdım (annemle benim kitap okuma koltuğumuza) yutarcasına okurdum kitaplarımı. Verdik hep o serileri. Kitapları olmayan arkadaşlarıma götürüp götürüp verdim. Şimdi ise vermemeyi esas edindim. Dönüp ne okuduğumu hatırlamak için. Medya bizi şapşala çeviriyor, peşpeşe gelen toplumsal travmalar tepe sersemi ediyor hepimizi. Unutkan oluyoruz. Dönüp bakmak gerek eski fotoğraflara, dergilere, okuyup eskittiğimiz kitaplarımıza, hatta okul yıllarından kalan ders kitaplarımıza bile. Bazen arasında hiç beklemedik bir şey buluveriyoruz o kitapların, köşesine kenarına çiziktirilmiş bir not, bir telefon numarası, bir şiir çıkıveriyor karşımıza. Böyle böyle tazeleniyor hafızalar.

 

 “At, at, at! Eskileri at!”

 

 “Eskisini getir, yenisini götür!”

 

Sonra da unut eskiyi… Dönme geriye. Demans olursun ama? Alzaymır erken çalar kapını, kabul mü?

 

Ben size devrimcilerin çocuklarının okumasının ayıp olduğu bir çocuk romanı yazarından bahsedecektim, laf nereye geldi?

 

Bizler yani devrimci anne babaların çocukları belli bir modeldik. İyi eğitim alır, masal okumaz ve dinlemez, israf yapmaz, Sümerbank giyer, sokakta oynardık. Daha az iddialı devrimci ailelerin çocuklarının kaçamakları olurdu. Onlara hediye gelen pahalı oyuncaklar gibi, Avrupalı Amerikalı pabuçlar gibi. Benim anca bir tane Ksenya Teyzem vardı Türkolog, Çekoslovak, o da otantik bebek getirirdi, o kadar. Annem de onları dizerdi dekor diye, oynayamazdım.

 

Çamurla oynardım bahçede, ne heykeller yapardım. Gölde zargana avlardım. Elimle. İnanmazsanız Yeşim’e sorun. Afife Jale ödüllü oyuncu arkadaşım Yeşim Alıç’a.

 

Sonra beş yaşında okul hayatım başlayınca annem çok rahat etti. “Bu ne, bu ne” diye sormayı nihayet o zaman bırakmışım. “Kitapları getirir yığardım Defne’nin önüne, oh, hiç sesi çıkmazdı!” diye anlatırdı.

 

Annem az çatlaktı ki bunun gizlenecek bir yanı yok artık. (Annem, hakkında böyle konuştuğumu duysaydı “asıl senin baban çatlak” derdi kesin!) Annem çatlaktı çünkü bana masal okutuyordu. Eflatun Cem Güney’in En Güzel Türk Masalları’nı Tahir Alangu’nun Billur Köşkü’nü…

Pertev Naili Boratav’ın Az Gittik Uz Gittik’ini… Kütüphanemin tekrar tekrar okuduğum kıymetlileriydi  masal kitaplarım.

 

Annem Kemalettin Tuğcu okuyup bunalıma girmeme de karışmazdı. Bence gerçek devrimciydi o. Devrimci dediğin böyle olur, başlarım tabunuza der, yeni tabu eski tabu tanımaz, her şeyi sorgular, uzak durmaz, yakınına gider, korkmadan ama şüpheyi de elden bırakmadan deneyimlemekten kaçınmaz.

 

Kemalettin Tuğcu bana ne etti biliyor musunuz? Susmayı öğretti. Etrafında anlaşılmaz oyunlar dönüyorsa, yakın çevrende suç işleyip işlediği suçları senin üstüne atan usta ve arsız yalancılar varsa girme bu dolanık işlere “sus” diyordu. Sus. Gün olacak, devran dönecek, er geç müfteri utanacak. Mesaj hep buydu, öğretisi buydu Kemalettin Tuğcu’nun. Çatışmadan yana değildi onun haksızlığa uğrayan kahramanları. Vakurlardı, dirençli, dayanıklı ve sabırlıydılar.

 

 N’aparsınız, etkilendim…

 

Tuğcu gerçeğin er geç üstelik kendiliğinden ortaya çıkacağına inandırmıştı beni.

 

Annenizin evlatlık, sizin de gayri meşru olabileceğiniz  dedikodusunu yayan bir üvey abiniz olsa siz ne yapardınız?

 

Neden, niye diye sorgulamaya başlamak hayatınızı olumlu etkilemeyecek, daha iyi hissetmenize bir katkısı olmayacaktır.

 

Ben sustum.

 

Ama Yüzbaşı Volkan, Zagor, Teksas, Tommiks, Red Kit de okumuş olduğumu bilmenizi isterim.

  • 20 Şubat 2020 tarihinde Bartın Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir