George Orwell’ın “1984” adlı fütürist romanındaki Büyük Birader hala capcanlı bize bakıyor sanki. Onu hâlâ etrafımızda duyumsuyoruz.
Haklıydı Büyük Birader haklıydı. Romanın kahramanı da sonunda onun haklı olduğuna inanmıştı zaten.
Orwell’ın öngörülerine hayran olmamak elde değil. Tele-ekran, söyle-yaz, mobese gibi bir sürü cihazı imgelemeyi başarmıştı. Bunlar onun bildiği değişkenlerdi. Cihazlar, aletler, ülke isimleri gibi… Değişmezlerdeki başarısına ne demeli?
Avrasya Ordusu diye betimlediği değişmez düşmana biz Türklerin çok dikkat etmesi gerek. Londra merkezli Okyanusya İmparatorluğu’nun en korktuğu ve en son alt ettiği orduya… Kim bu Avrasya askerleri? Bu kült romanı okurken Türklerin bu konuyu gözden kaçırmamasını ilgilerine arz ederim.
İnsanı, dolayısıyla kitleleri yönetmeyi çok iyi bilen merkezi bir güç var. İnsanın programlanabilir olduğuna inanıyor bu üst zekâ. İnsanın elinden insanlık onurunu alabilecek işkence yöntemlerinin ustası oyunun da ustasıdır.
İnsan tembeldir. Endişeleri olmazsa harekete geçemez. İnsan nefsine düşkündür. Onu sisteme entegre olmaktan en çok uzaklaştıran şey aşktır. Öyleyse aşk yasaklanmalıdır.
İnsan beyninin ve ruhunun haritasını çıkarmış biraderlerin en büyüğü olan Büyük Birader, her yerden sürüyü gözetler. Onun gözü her yerdedir. Herkesi, her şeyi görür, duyar, bilir. Ona teslim olan cennete kavuşur. Teslim olamayan cehenneme girer.
Bize Tanrı’yı tanımlıyor gibidir Orwell.
Belki de şeytanı.
Okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim.
AMCANIN KUANTUMU
Yolcu, yolun kenarında kuru bir ağacın altında oturan ihtiyarın yanına yaklaşmış ve sormuş: “Be amca, bak biraz ileride yeşillikli bir ağaç, hemen yanı başında da pınar var. Burada ne oturursun, görmez hissetmez misin yoksa, tepede yakıcı mı yakıcı bir güneş var!”
Amca cevap vermiş, kim bilir sen bana bunu diyen kaçıncı yolcusun sıkkınlığıyla, “Be oğul, biliyorum, biliyorum, ama iyi olacak, sen tasalanma!”
“Senin dediğin gibi olsun” demiş genç adam, aklı arkasında bıraktığı bu garip ihtiyarda kalarak yoluna devam etmiş. Kimileri “deliye bak” demişler, amcanın önünden geçerken, “yakında kargalar yer bu ihtiyarı” diyerek iddialaşanlar olmuş. Amca orada oturmaya ve soranlara da “iyi olacak, iyi olacak” demeye devam etmiş.
Meydan okuyan biri varsa, onunla alay eden bir güruh da vardır illa, deli diyenler muhakkak olur, üstüne iddialaşan iddia meraklıları da çıkar…
Amca günün güneşin altında geleni geçeni seyretmiş durmuş. Gelen geçen de onu. Oturduğu ve durduğu yeri değiştirmeden. Hiçbir zaman, hiçbir kez gidip yeşil ağacın dibine yerleşmemiş, hiçbir zaman gidip pınarın başını tutmamış.
Bazı insanlar muhalefetin insanıdırlar. Ama bu hikâyedeki amca için bunu diyemeyiz. O umudun insanıdır. Hayata, “Hay” olana güvenendir. İnancını kaybetmeme konusunda bir abidedir.
Gün gelir, gün geçer, yolcular o adamın oturduğu ağacın yeşerdiğini, yeşillendiğini ve dallardan gelen tatlı bir esintinin onu serinlettiğini görürler.
Ben demiştim, demeyecektir Amca. Kal diliyle değil ama hal diliyle “inanın” diyecektir, Halik olana.
Amca kalkıp yeni bir kuru ağacın altına gitmiş midir bilmem ama vardır böyle insanlar ben onu bilirim. Yokluğu varlığa tercih eden, yoktan var edecek imana sahip, kendi öz gücüne ve halis niyetine güvenen… Hikâyenin sonu nasıl gelmiştir bilemem ama bu hikâyelerden çok vardır ben onu bilirim.
Taze pisliğe üşüşür gibi üşüşür insanlar, mevsimi çabuk geçen bolluklara… Bazıları -ki onlara “deliler” denir bu âlemde- yokluğa talip olurlar, doğmamış güneşin başında beklerler bildikleri bir şey varmışçasına kendilerinden emin, yollarından dönmez bir dik başla, ama muhakkak dudaklarındaki hafif bir -alaycı- tebessümle…
Amcanın kuantumdan haberi var mıydı, ya da sizler mucizelere inanır mısınız bilmem.
Ben inanırım. Her şey iyi olacak.